_12/07/2001
_Garsonun öğrettiği
_Kapalıçarşı'da
bir Şark Kıraathanesi vardır. Öğrencilik yıllarımda gittiğim bir yerdi.
Oradan geçerken, şurada oturup bir çay içelim, dedik. Dinleyin şimdi
hikâyeyi.
Garsona, "Çayın taze mi?" diye sordum. Adamın yüzü birden değişti. Hepimize ayrı ayrı, küçümseyici bir ifadeyle baktı.
"Dün kapalı idük" dedi.
Kimse ne demek istediğini anlayamadı. Ama yüzünün ifadesinde, sesinin tonunda öfkeyle karışık bir alay vardı.
Birisi, "Yani bugün yapıldı demek istiyor. İyi, tazeyse üç çay. Değilse başka şey içelim" dedi.
Aynı alaycı kararlılıkla hepimizi süzdükten sonra, yaşı ellinin üstünde gösteren garson, "Ben oyle bişey temedum" dedi ve gitti. Başladık beklemeye.
Sağımızdaki masaya, solumuzdaki masaya insanlar oturdu. Siparişler alındı.
İçecekler geldi. Bizim çaylardan bir haber yok.
Arkadaşımın birisi "Kalkalım" dedi.
Ben, "Ayıp olur" dedim. "Biz kalkınca getirirse çayları?"
"Bunun çay may getireceği yok."
"Canım, belki demleniyordur."
Yanımızdaki masaya yine bir şeyler getirince ben sordum: "N'oldu bizim çaylar?"
Adam o bela davetiyesine benzer tavrını takındıktan sonra, "Ne çayı?" dedi.
"Üç çay söyledik ya?"
"Siz mi? Ne zaman? Madem siz söylediniz da, ha ben mi getirmedum?"
Üçümüz de şaşıp kaldık.
"O sizin dediğunuz bizde yoktur. Rize'den tazesi gelmedi daha. Toplanmadı da."
Söylenmediği halde tavrından şu anlamlar çıkıyor: 'Hadi yallah. Size burada verilecek çay yok.' Büyük kusurumuz, çayın taze olup olmadığını sormak.
Sesinin tonu öfkeli, yüzünün ifadesi küçümseyici. Bir laf dememizi bekliyor. Üstüne başka laflar diyecek, başka tavırlar geliştirecek.
Kalktık. Resmen hakarete uğramıştık. Yolun ortasında iki arkadaşım yüksek tansiyonlu bir arayışa girdiler. İçeriye gidip patrona anlatmayı, Kapalıçarşı Esnaf Derneği'ne şikâyet etmeyi, gerekirse polise, belediyeye durumu aktarmayı konuşmaya başladılar.
"Et beyinli bu herife haddini bildirmek lazım. Neden susalım?"
"Başkalarına, turistlere kim bilir ne yapıyordur bu? Tüketici köşelerine de yazmak lazım. Kaç paralık adam, şu yaptığına bak."
Onlar kadar benim içim de ezildi.
Arkamızdan bakarken aldığı zevk, tarif edilmezdi.
'Kaç paralık adam' lafıyla bir anda silkindim. Kendisini herkeslerden değerli ve önemli bulan bu adam, yaptığı böyle bir iş içinde bile kendini göstermek, hatırlatmak istiyordu. 'Ben sadece bir taşıyıcı değilim' demek istiyordu. 'Beğenmezsem, istediğinizi yerine getirmem,' demek istiyordu. 'Sizin için önemli olan bir şeyi, ben istersem size sunarım' demek istiyordu.
Kısaca 'Burada ben varım' demek istiyordu.
"Bırakın, işimize bakalım" dedim. "Çünkü bu adama en büyük ceza tebessümle kalkıp gitmektir."
Onlar hararetle yol yöntem tartışırken, ben de düşündüm.
Bunca yaşa geldiği halde, ne işinin gereğini öğrenebilmiş, ne misafir sayacağı insanların üstünden basit egosunu tatminin aşağılık bir davranış olduğunu öğrenebilmiş, hatta pire için yorgan yakacak kadar olgunluktan mahrum kalmış bir adamla ne için uğraşacaksın?
Yaralanmış egonu kurtarmak için mi?
Alışılagelmiş bu mücadele sonunda onun bayrağını indirip, kendi egonun zafer bayrağını dikeceksin.
Senin cevabının, onun yaptığından farkı ne?
Garsona, "Çayın taze mi?" diye sordum. Adamın yüzü birden değişti. Hepimize ayrı ayrı, küçümseyici bir ifadeyle baktı.
"Dün kapalı idük" dedi.
Kimse ne demek istediğini anlayamadı. Ama yüzünün ifadesinde, sesinin tonunda öfkeyle karışık bir alay vardı.
Birisi, "Yani bugün yapıldı demek istiyor. İyi, tazeyse üç çay. Değilse başka şey içelim" dedi.
Aynı alaycı kararlılıkla hepimizi süzdükten sonra, yaşı ellinin üstünde gösteren garson, "Ben oyle bişey temedum" dedi ve gitti. Başladık beklemeye.
Sağımızdaki masaya, solumuzdaki masaya insanlar oturdu. Siparişler alındı.
İçecekler geldi. Bizim çaylardan bir haber yok.
Arkadaşımın birisi "Kalkalım" dedi.
Ben, "Ayıp olur" dedim. "Biz kalkınca getirirse çayları?"
"Bunun çay may getireceği yok."
"Canım, belki demleniyordur."
Yanımızdaki masaya yine bir şeyler getirince ben sordum: "N'oldu bizim çaylar?"
Adam o bela davetiyesine benzer tavrını takındıktan sonra, "Ne çayı?" dedi.
"Üç çay söyledik ya?"
"Siz mi? Ne zaman? Madem siz söylediniz da, ha ben mi getirmedum?"
Üçümüz de şaşıp kaldık.
"O sizin dediğunuz bizde yoktur. Rize'den tazesi gelmedi daha. Toplanmadı da."
Söylenmediği halde tavrından şu anlamlar çıkıyor: 'Hadi yallah. Size burada verilecek çay yok.' Büyük kusurumuz, çayın taze olup olmadığını sormak.
Sesinin tonu öfkeli, yüzünün ifadesi küçümseyici. Bir laf dememizi bekliyor. Üstüne başka laflar diyecek, başka tavırlar geliştirecek.
Kalktık. Resmen hakarete uğramıştık. Yolun ortasında iki arkadaşım yüksek tansiyonlu bir arayışa girdiler. İçeriye gidip patrona anlatmayı, Kapalıçarşı Esnaf Derneği'ne şikâyet etmeyi, gerekirse polise, belediyeye durumu aktarmayı konuşmaya başladılar.
"Et beyinli bu herife haddini bildirmek lazım. Neden susalım?"
"Başkalarına, turistlere kim bilir ne yapıyordur bu? Tüketici köşelerine de yazmak lazım. Kaç paralık adam, şu yaptığına bak."
Onlar kadar benim içim de ezildi.
Arkamızdan bakarken aldığı zevk, tarif edilmezdi.
'Kaç paralık adam' lafıyla bir anda silkindim. Kendisini herkeslerden değerli ve önemli bulan bu adam, yaptığı böyle bir iş içinde bile kendini göstermek, hatırlatmak istiyordu. 'Ben sadece bir taşıyıcı değilim' demek istiyordu. 'Beğenmezsem, istediğinizi yerine getirmem,' demek istiyordu. 'Sizin için önemli olan bir şeyi, ben istersem size sunarım' demek istiyordu.
Kısaca 'Burada ben varım' demek istiyordu.
"Bırakın, işimize bakalım" dedim. "Çünkü bu adama en büyük ceza tebessümle kalkıp gitmektir."
Onlar hararetle yol yöntem tartışırken, ben de düşündüm.
Bunca yaşa geldiği halde, ne işinin gereğini öğrenebilmiş, ne misafir sayacağı insanların üstünden basit egosunu tatminin aşağılık bir davranış olduğunu öğrenebilmiş, hatta pire için yorgan yakacak kadar olgunluktan mahrum kalmış bir adamla ne için uğraşacaksın?
Yaralanmış egonu kurtarmak için mi?
Alışılagelmiş bu mücadele sonunda onun bayrağını indirip, kendi egonun zafer bayrağını dikeceksin.
Senin cevabının, onun yaptığından farkı ne?