_05/07/2001
_'Başarılı' bir intihar
_'Allahım
bunu da beceremedim. Düştüğüm yerden gözümü açıp on birinci kata
baktım. Hâlâ yaşıyor olmamı bir başarısızlık olarak algıladım. Böyle
öğretilmiş bize. Her konuda başarılı olmaya programlanmışız ya.'
İntihar maksadıyla Dedeman Oteli'nin on birinci katından atlayan işadamı Sabri Doğan'ın sözleri bunlar. Ölmediğini anlayınca, düşündüğü ilk şey başarısızlığı oluyor. Çünkü hayat değerlerini bir ağ gibi, belki bir örümcek ağı gibi örmüş başarı kavramı, bu intiharın nedeni.
İlginç bir olay. İlginç bir örnek. Otuz altı metreden atlıyor ve ölmüyor. Ama anlıyoruz ki, kurtulduktan sonra yaşamına yön veren bütün değer yargılarını sorgulamaya başlıyor.
Gücü, güçlü olmayı yegâne amaç bilmiş, daima 'gergin, agresif ve hırslı' işadamı Sabri Doğan bu intiharla ölüyor. Ve yanında çalışan altı bin kişiyi, sadece elli sekize indiren, olaylara, çevresine ve yaşama bakışı tamamen değişmiş 'hoşgörülü ve pozitif' bir Sabri Doğan doğuyor.
Bu büyük değişim, böylesine bir ölüm ve doğum ilişkisiyle anlatılabilir.
Kendi deneyimi, örtülmüş, unutulmuş, ihmal edilmiş yanlarını ortaya çıkarıyor.
Bakış açılarımız ya da bakış şekillerimiz bizi bir tarafa yoğunlaştırırken, pek çok şeyi görmemize de engel oluyor. Yaşam bize kendini kapatıyor. Bakış açıları çoğu kere koyu renkli gözlüklere benziyor. Takınca, birbirinden tamamen farklı binlerce, yüz binlerce tonu ayırt edemez hale geliyoruz. En aykırı renkler bile birbirine benzemeye başlıyor. Artık insanların iyi-kötü, merhametli-acımasız, bencil-fedakar gibi bin bir halini tek bir kategoriye indiriyoruz.
Güçlüler ve güçsüzler.
Güç, ateş gibidir. Arzusu bile yakıcıdır. Elde ettikçe bu ateş büyür. Geri dönüşü olmadığı gibi, durması da yoktur. Yüreğiniz yandıkça, dahasını, fazlasını ister. Fazlasını aldıkça, daha çok yanar. Yandıkça, erdemlerinizi, sevginizi, başkalarını düşünme duygunuzu, yardımlaşma arzunuzu, içinde 'ben' olmayan öteki bütün duyguları da taze filizler gibi önce kavurur, sonra ateş büyüyüp yayıldıkça da yakar, kül eder.
Güç ve hırs mahşerin iki atlısıdır. Kim öne geçerse, ötekinin sırtında daima kamçı şaklar.
'Nesin sen? Nasıl bu kadar kendini kaptırabiliyorsun? Ne için bütün bunlar? Değer mi?'
Sabri Doğan bu soruları hayatının en cesur deneyiminden sonra soruyor.
Ama bir yerlere yetişmek, başkalarından geri kalmaktan korkarak, kalabalıklar içinde sel gibi nereye gittiğinden habersiz, güç ve başarı kölesi olmuş binlerce, yüz binlerce insanın durup da bir kendine gelmesi, bütün bunların gerçekte 'değmediğini görmesi için', ille on birinci kattan atlaması mı gerekiyor?
Hürriyet Pazar'daki Ayşe Arman'ın bize ve tarihe kazandırdığı bir çeşit edebi hatta felsefi belge sayabileceğimiz ve lise ders kitaplarına konulmasının çok doğru olacağına inandığım bu ibretlik söyleşisinden anlıyoruz ki, çocuğunu hastaneye götürmek yerine, başarı yolunda, yabancı heyetlerle milyon, milyar dolarlık iş görüşmelerine ayrılmış zamanlar, insan yaşamının ayıp ve kayıp anlarıdır. Büyük pişmanlıklarıdır.
Hırslar ve telaşlar ortasında, unuttuğumuz insanlığımızı konu eden bu dersleri, doğrudan kendim için çıkardım. Bu bir çeşit sesli düşünmedir. Hatta bir çeşit otokritiktir.
Şimdi Somersat Mougham'ın 'Şeytanın Kurbanları', Hermann Hess'in 'Sidarta'sı gibi büyük dönüşüm hikâyeleri anlatan eserleri, sayende bir ez daha okuyup, kendimle ilgili biraz daha düşüneceğim. Sağ ol Sabri Doğan.
İntihar maksadıyla Dedeman Oteli'nin on birinci katından atlayan işadamı Sabri Doğan'ın sözleri bunlar. Ölmediğini anlayınca, düşündüğü ilk şey başarısızlığı oluyor. Çünkü hayat değerlerini bir ağ gibi, belki bir örümcek ağı gibi örmüş başarı kavramı, bu intiharın nedeni.
İlginç bir olay. İlginç bir örnek. Otuz altı metreden atlıyor ve ölmüyor. Ama anlıyoruz ki, kurtulduktan sonra yaşamına yön veren bütün değer yargılarını sorgulamaya başlıyor.
Gücü, güçlü olmayı yegâne amaç bilmiş, daima 'gergin, agresif ve hırslı' işadamı Sabri Doğan bu intiharla ölüyor. Ve yanında çalışan altı bin kişiyi, sadece elli sekize indiren, olaylara, çevresine ve yaşama bakışı tamamen değişmiş 'hoşgörülü ve pozitif' bir Sabri Doğan doğuyor.
Bu büyük değişim, böylesine bir ölüm ve doğum ilişkisiyle anlatılabilir.
Kendi deneyimi, örtülmüş, unutulmuş, ihmal edilmiş yanlarını ortaya çıkarıyor.
Bakış açılarımız ya da bakış şekillerimiz bizi bir tarafa yoğunlaştırırken, pek çok şeyi görmemize de engel oluyor. Yaşam bize kendini kapatıyor. Bakış açıları çoğu kere koyu renkli gözlüklere benziyor. Takınca, birbirinden tamamen farklı binlerce, yüz binlerce tonu ayırt edemez hale geliyoruz. En aykırı renkler bile birbirine benzemeye başlıyor. Artık insanların iyi-kötü, merhametli-acımasız, bencil-fedakar gibi bin bir halini tek bir kategoriye indiriyoruz.
Güçlüler ve güçsüzler.
Güç, ateş gibidir. Arzusu bile yakıcıdır. Elde ettikçe bu ateş büyür. Geri dönüşü olmadığı gibi, durması da yoktur. Yüreğiniz yandıkça, dahasını, fazlasını ister. Fazlasını aldıkça, daha çok yanar. Yandıkça, erdemlerinizi, sevginizi, başkalarını düşünme duygunuzu, yardımlaşma arzunuzu, içinde 'ben' olmayan öteki bütün duyguları da taze filizler gibi önce kavurur, sonra ateş büyüyüp yayıldıkça da yakar, kül eder.
Güç ve hırs mahşerin iki atlısıdır. Kim öne geçerse, ötekinin sırtında daima kamçı şaklar.
'Nesin sen? Nasıl bu kadar kendini kaptırabiliyorsun? Ne için bütün bunlar? Değer mi?'
Sabri Doğan bu soruları hayatının en cesur deneyiminden sonra soruyor.
Ama bir yerlere yetişmek, başkalarından geri kalmaktan korkarak, kalabalıklar içinde sel gibi nereye gittiğinden habersiz, güç ve başarı kölesi olmuş binlerce, yüz binlerce insanın durup da bir kendine gelmesi, bütün bunların gerçekte 'değmediğini görmesi için', ille on birinci kattan atlaması mı gerekiyor?
Hürriyet Pazar'daki Ayşe Arman'ın bize ve tarihe kazandırdığı bir çeşit edebi hatta felsefi belge sayabileceğimiz ve lise ders kitaplarına konulmasının çok doğru olacağına inandığım bu ibretlik söyleşisinden anlıyoruz ki, çocuğunu hastaneye götürmek yerine, başarı yolunda, yabancı heyetlerle milyon, milyar dolarlık iş görüşmelerine ayrılmış zamanlar, insan yaşamının ayıp ve kayıp anlarıdır. Büyük pişmanlıklarıdır.
Hırslar ve telaşlar ortasında, unuttuğumuz insanlığımızı konu eden bu dersleri, doğrudan kendim için çıkardım. Bu bir çeşit sesli düşünmedir. Hatta bir çeşit otokritiktir.
Şimdi Somersat Mougham'ın 'Şeytanın Kurbanları', Hermann Hess'in 'Sidarta'sı gibi büyük dönüşüm hikâyeleri anlatan eserleri, sayende bir ez daha okuyup, kendimle ilgili biraz daha düşüneceğim. Sağ ol Sabri Doğan.